Olivia nadir görülen bir hastalık nedeniyle acı hissetmiyor, uyku uyuyamıyordu. Açlık hissini neredeyse hiç tatmadığı için iradî olarak yemek yemesi mümkün olmuyor, yüksek ısıya marûz kalması ya da etini parçalara ayıracak bir kesi darbesiyle karşılaşması hâlinde hiç tepki vermiyor, acil durumun gerektirdiği refleksleri göstermiyordu. Bu küçük kız çocuğunu koruyacak mekanizmalar çalışmıyordu. Tıp bilimi açısından yeni keşiflerin önünü açabilecek bir tedavi süreci içinde hayatını sürdürse de, en başta hayatta kalması için annesinin her ân yanında ve başında olması, bir yerleri yaralamadığından, aç kalmadığından emin olunması gerekiyordu. Çünkü Olivia, ellerini cayır cayır yanan bir sobaya koysa ve dakikalarca beklese dahi ağlamıyor, bağırmıyor, elleri küle dönse de bir şey hissetmiyordu. Onu hayatta ve burada tutan alarmlar çalışmıyor, annesi onun tüm bu devredışı kalmış koruyucu mekanizmalarının yerine geçiyordu.
Yemek yeme ihtiyacımız belli aralıklarla da olsa süreklilik arz ediyor. Kendimizi tutarlı diyetlerle terbiye etsek ve asgarî ölçüleri yeterli hâle getirsek dahi yemek yeme ihtiyacımızı sıfırlayamıyoruz. Uyku uyumak zorundayız. Nefessiz kalamıyoruz. Işıksız ve sevgisiz olamıyoruz. Kaldı ki, istisnalar hariç, bunları temin etmekte Olivia gibi dışarıdan zorlamaya ihtiyacımız bulunmuyor. Acıkmak ve dayanamamak suretiyle yemek yediriliyoruz, ne yaparsak ne yapalım nefesimize yeni nefesler ekleyen refklekse dayalı bir solunum sistemimiz var ve bizi boş bırakmıyor. En yoğun ve vaktin olmadığı dönemlerde dahi vücudumuz uykusuzluk gibi bir girdaba esir olmuyor ve ihtiyacımız olan uykuyu son noktada zorla dahi olsa alıyor. En büyük mecburiyetler karşısında bile asgarî ihtiyaçlarımız bize zorla veriliyor. Çokluk kısmı size kalmış.
İçinde bulunduğumuz mekân, Tek Mekân, bu büyük mekân bizi hareketsiz kalmaktan sürekli alıkoyuyor. Öyle ki, fiziksel kısıtlamaların olmadığı bir alemde bulunduğumuz sırada dahi yerimizde duramamış, ama hata ederek ama başka saiklerle oradan, cennet gibi yüksek bir makamdan çıkarılmak yoluyla da olsa meraka yenilmişiz ve yer değiştirmişiz. Şimdi buradayız ve barışın ve savaşın hiç sürekli olmadığı hâller ve zamanları yaşayarak tekrar yerimizde duramıyoruz ve bizi iten, başka yerlere ve zamanlara götüren bir şeyler yapıyoruz ve yaşıyoruz. Kötülük ile ya da iyilik ile ancak hepsi açısından hep merak, merakımızı gidermek ihtiyacı ile yeni bir adım atıyoruz ve yeni bir hâle geçiyoruz. İhtiyaçlarımızın bizde uyandırdığı reflekslere hakim olamıyoruz. İradî yapıyor gibi görünüyoruz ancak aslında kendimize mukayyet olamadığımız bir durumu yaşıyoruz. İyiler için de böyle, kötüler için de böyle. Nefesimize bir nefes daha eklemek gibi, uyanmak üzere uyumak ve tekrar uyanmak gibi, yeni bir lokmanın enerjisi bittiğinde diğer lokmayı almak gibi merakımızın bizi götürdüğü yer ve hâlin karşısında yine yerimizde duramıyoruz. Herbir insan için olmasa da, insanlık için merak ve keşif, sonu gelmeyen bir ihtiyaç ve biz buna mecburuz. Yani aslında talep ediyoruz ama bu talep, nefes gibi genlerimize işlenmiş.
Merak yakıtıyla keşfe çıkan için iradenin hiç mi hükmü yok peki? Çok gizemli bir şekilde irade herbir insan açısından geçerli ve var ancak insanlık açısından “zoom out” yapılarak bakarsak mânâyı, kaderi, anlamı daha belirgin görebiliriz. İnsanı ve hikâyesini, kendi kendinelik ve rastgelelik içinde bir anlamsızlıkla değerlendirirsek, yaşanan ve yaşanacak sayısız anlamı açıklamanın imkânı bulunmuyor. Anlamsızlıktan anlam doğmamalıdır ve doğamaz. Anlamsızlıktan ancak anlamı olmayan doğar. Anlamı olmayan hiçbir şey yoktur.
İnsanın ihtiyaçları ve bundan doğan refleksleri onu iyi de olsa, kötü de olsa sevkediyor, götürüyor, yerinde kalmasına müsaade etmiyor. Hâl ve yer değişiyor, zaman değişiyor. Sözünü ettiğimiz Tek Mekân’ın çok çok çok uzak bi noktasından bu noktasına kadar getirdi ve hâlen yerimizde duramıyoruz. Eski hâl her defasında ve her fırsatta muhâl oluyor ve bu yeni hâller, hayret edilecek keşiflerin ve güzelliklerin önümüze serilmesi bir zorunluluk. Buna zorlanıyoruz. Durmamıza izin verilmiyor. Bazı insanlar duruyor ancak insanlık durmuyor. Çünkü bu bir zorunluluk.
Bu sınırsız keşif macerası bir zorunluluktur ve herkes çapı kadar bundan payını alacaktır. Çünkü buna mecbur edilmişiz. Bir farzdan söz ediyoruz.
Fıkhî bir farz değil ancak kevnî, oluşsal, oluş kanunlarına dayalı, kaînât kurallarından doğan bir ittirme. Bir kuşun diken gibi sivri, yamuk yumuk eğri ayaklarının ağaç dalına konmasındaki mükemmel geometrik ve duygusal uyumu gibi bir uyumdan, yapbozun birbirine oturmasından, iki parçanın birbirini çekmesinden söz ediyorum. Yapbozun o iki parçasını farkedip yanyana koyduğunuzda gözünüz “işte oldu” dercesine parlar, kornea netleşir, resmi görür. İnsanın keşif geni ve kaînât arasındaki uyumun, karşılıklı çekim gücünün sebep olduğu bir mecburiyet ile karşı karşıyayız.
Allah mecbur kılar. Aralarda irade denen gizemli aygıtı kullanırız ancak bir bakmışız o tırnak içindeki “mecburiyet”, “kader” veya başkaca adlandırabileceğimiz ittirme bizi murad edilen bir noktaya taşımıştır.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Zariyat suresinin 56. ayeti genel olarak böyle tercüme ediliyor. Orjinal metni şu şekilde okumak mümkün:
“Ben cinni ve insi (insanı) bana ibadet (kulluk) etmekten başka (şey) yapsınlar diye yaratmadım.”
“ve mâ ḣalaktu” yaratmadım, “illâ li-ya’budûn” kulluk etmeleri dışında.
“illâ”
“lâ”
Başka değil sadece “bud” yani “abd”.
Kul olma konusunda akla gelenler bellidir. Fiilî ibadetler, dualar, farz ve sünnetin içinde yer alan uygulamalar bunun içindedir. Kul hakkına girmemek, barış içinde yaşamak, iyi olmak, iyiliği yaymak vb. sayısız olgudan söz edebiliriz. Burada saymadığımzı daha pekçok hâl ve davranış kulluğun içindedir ve hepsinin tek bir amacı, götürdüğü tek bir hedef vardır. Büyük Gizem’le tanışmak ve onunla konuşmaktır. İzâhlar, tefsirler, okumalar, tefekkürler sizi önemli noktalara taşır ve belki kanatlandırır. İrtifaların çok yükseldiği, nefeslerin yetmediği yerlerde fiiller, dualar, yakarışlar, tükenişler, yılmamak’lar, sebât etmelere ihtiyaç olabilir. Ve bu zorunluluk olarak gördüğümüz farzlar, bazen istemesek de, yarım da olsa yapılması mecburî tutulan işler, hâller, oturmalar, kalkmalar yarının umududur.
“Abd” denilen, Türkçe’de kul olarak telaffuz ettiğimiz kelimenin anlamlarından biri de basılarak ezilen yoldur. O’nunla başbaşa kalınacak âna varıncaya kadar yolları aşındırmak, insan kardeşlere ve varsa başka tür kardeşlere o ândan haber vermekten söz ediyoruz. Öyle bir ân vardır ve herkes o âna giden bir yolculuğun içindedir. En kötü kimse dahi merak ve keşif duygusunun içinde o yolculuğun içinde olduğunu bilmeden yürümektedir.
Biz insanlar, çok uzaklardan geldik ve hâlâ gitmekteyiz. Bitiremediğimiz yolun esiri, bitmeyen keşiflerin meftunuyuz. Bugüne kadar sayısız kelimeler kullanıldı. Ben geldiğim noktada Büyük Gizem yakıştırmasını ruhuma yakın buluyorum. Allah’ın gizemli zâtı ile tanışabilmenin, var ettiği her kul için, yol olan ve yolcu olan herbir kimse için mümkün olduğuna inanıyorum ve bunun yani bu imkânın O’nun tarafından bir zorunluluk olarak yaratıldığına, Zariyat suresinde geçen ifadenin böyle bir zorunluluğu işaret ettiğini kendi açımdan zannediyorum. O sebepledir ki, farz olgusunun sıkıcı derslerden gibi görülmesi, fiilî sıkıntılar olarak hissettirilmesinin ters bir bakış açısı olduğunu öngörüyorum. Amaç ile aracın yer değiştirmesi sonucu, aslında keşfetmekle ve yolda olduğumuzu bilmekle başlamamız gerektiğini, merakın ve onun götürdüğü yeni hâllere ve yerlere gitmekle başlanması gerektiğini, inanan kimse için kaînât kitabının okunması, gezilmesi, sınırların zorlanmasının bir mecburiyet olduğunu hissediyorum. Bu motive edicilik saikiyle ifade ettiğim bir mecburiyet değil. Nefesi takip eden yeni bir nefes gibi genlerimize konulmuş bir kader.