İnsanın evlât sahibi olmayı istemesinde çokça sebep var. Farklı kategorilerde sayabileceğimiz sebeplerle ilgilenmeden sonucuna vardığımızda evlâda karşı aşırı bir sevgi beslendiğini görürüz. Bebeklikten itibaren adım adım, hâl ve hâl her ânında büyüdüğünü görmek, ondaki akıl almaz, tarifi imkânsız şirinlik karşısında sevgi kaçınılmaz ve önü alınmazdır. Çocuk sahibi olmak istemenin sebepleri her ne olursa olsun, ona anne ya da baba olduktan sonra sonucu kötü istisnalar haricinde sevgi bağıdır.
Ebeveyn açısından büyümüş olmanın, kendi çocukluğundan ya da gençliğinden çıkmışlığın da alâmeti olan çocuk, artık edinilmiş tecrübelerin sahaya döküldüğü bir öğretmenlik, terbiye edicilik sürecinin başlamasını temsil eder. Yaşınızı hissettiğiniz, büyük olduğunuzu bildiren bir küçüktür çocuk ve onu sürekli takip eden, hatalarına kızsanız dahi içinizden tebessüm ettiğiniz, her ânında kendinize dersler çıkardığınız, kendi kendinizle tanıştığınız bir varlıktır.
Bizim de çocukken kendi anne-babamıza söylediğimiz o meşhur ve komik sözü vakt-i merhûnu geldiğinde ondan duyarız: “doğurmasaydın.”
Kızdığınız bir ânda, çocuğun tökezlediği, ciddi bir hatasına karşılık öfkelendiğiniz sırada çocuk yaşadığı tatsız ânı böyle karşılar. “Doğurmasaydın” sözü, hiç olmasaydım da bu ânı ve bu hissi yaşamasaydım gibi bir sözdür ve o ânın acısını “yaratıcısından” çıkarmak ister. Madem bu ve bunun gibi ânlar vardı hayatta, ne diye doğurdun ya da sebep oldun benim varlığıma?
Anne ve baba, bir güzellik istemiştir hayatlarında ve bu güzellik başka bir şeye benzemez. Sebeplerin içinde fizyolojik, kalıtımsal, güdüsel, sosyal ve sair çok şey buluruz ve aslında bunların önemi yoktur. Kişi bir güzellik istemiştir.
Diğer sebepler mevzum açısından şimdilik önemli değil. Aslında neden istediğimiz anlam arayışı açısından önemli. Rububiyet denilen rablik etmenin izafî bir yansıması olan anne ve babalığı isteme dürtüsünü veren mutlak olan Rab ve anne-baba çocuğa karşı muamele etmede adım adım test etmeyi, korumayı, anlamayı, anlatmayı, bildirmeyi, korkutmadan bildirmeyi, sıkmadan, antipatik göstermeden bildirmeyi, affetmeyi, sonra yine affetmeyi, bir daha affetmeyi, bir daha ve bir daha affetmeyi çocukla öğreniyor. Nefes aldığımız sürece affedilmeyi umduğumuz gibi, affedip duracağız.
Varlık ve mekâna bakarken bir özne yakıştırması yapamayan kimseler açısından şu sorular içeride kaynamaktadır: “Neden yaratmış olsun, neden bir kimse/zât/özne tarafından yaratılmış olsun her şey, öyle ki bir zât yaratmış ise ben neden, beni neden, neden beni muhatap alsın bu kadar aşırı, büyük, kelimelerle tarif edilemeyecek, sonsuz, sonsuzluk sahibi, sonu-başı olmayan zât? Neden?”
Özne fikrini ve öznede teklik/birleme fikrini reddetmede kullanılan sayısız yaklaşıma girmeyeceğim. Popüler uzay bilimleriyle meşgûl ve meşhur bir Amerikalı, yaratıcı tek bir tanrı fikrinde onun sonsuz iyi ve sonsuz güç sahibi olmasının icap edeceğini, dünyada yaşanılan sayısız acının, felâketin ve kötülüğün karşısında buna inanmasının mümkün olmadığını söylüyordu. Tek bir yaratıcı tanrı varsa, onun sonsuz güç sahibi ve sonsuz iyi olması icap eder. İcap etme sözünü sarfetmesi çok isabetli.
La ilâhe illallah sözünü “Allah’tan başka ilâh yoktur” şeklinde tercüme etmek mümkün olduğu gibi, “ilâh yoktur, bir tek Allah vardır” olarak okumak da mümkün. Allah karşısında çaresiziz. Anlamak ve anlatmaktan söz edecek olduğumuzda yerle biriz. Sonsuz güç sahibi demek, sonsuz iyi demek tarif açısından mutlak anlamda doğru değil. “Öyle olsa gerektir” anlamında “icap etme” tarifi, anlama ve yaklaşma yolculuğunda iyi bir başlangıç. Bediüzzaman’ın eserlerinde “öyle iktiza eder” ifadeleri, Allah’ı anlama ve yaklaşma konusunda bir yolu gösteriyor. Allah güçlüdür, çok güçlüdür, hatta mutlak güç onundur gibi sözlerde dahi bir yakışıksızlık, uymazlık var. Bu seviyede, tenzih ederken bile güçlük çektiğimiz, işin nezâheti ve nezâketine kendimizi uyduramadığımız bir Zât karşısında hangi soruyla başlamak lazım?
Neden yarattı?
Kendisini tam ve gerçek bir ateist olarak tanımlayan ve bu konuda tebliğ aşkıyla yanıp tutuşan bir yakınımla sohbet ederken ona kainâtta, onun genişliğinden, bir sonunun olmasından dahi söz edemediğimiz bir Tek Mekân içinde olduğumuzdan, uzayın ve ötesinin sınırlarından söz edemedikçe sonsuz bir mekân algısıyla karşı karşıya bulunduğumuz için bu mekân içinde yer alan birinin rastgelelik, ezelî ve ebedî kendi kendinelik fikirlerinin beni tatmin edemeyeceğinden bahsediyordum. Yani ruhanî, Kur’an-ı Kerim’e dayalı bir kabûlden çok önce, değil büyük olan, sınır tayin etmenin bile mümkün olmadığı bir mekân karşısında (işin metafizik ihtimallerine dahi girmeksizin) yaratıcı özneye dayandırılmayan bir varlık alemi düşüncesi fikir olarak saçma ve hatalıdır diyordum. Konu ve sohbetimiz akışın gerilimiyle öyle bir noktaya gelmişti ki yakınım bana “bu kadar büyük biri beni niye, ne yapsın, niye var edip karşısına alsın” gibi bir cümle kurmaya çalıştı ki, belki biraz sinirden bu cümleyi de tam tekmil kuramadı.
Neden yarattı?
Yarattığı çok şey var diyeceğim ancak yine hata edeceğim. Yaratışında son bulunmuyor. Soruyu şöyle değiştireceğim: Neden yaratıcı? Neden yaratıcı bir hâl içinde? Neden hep yaratıyor? Neden yaratıcılığı hiç son bulmuyor?
“Neden Yaratıcı” suali “Beni Neden Yarattı” sorusu gibi nefse takılan bir soru değil.
Soruyu doğru sormak ile “var” ın mevcudiyetinin bayramını kutlamamıza vesile olduğunuz için teşekkür ederim.
Yirmi Dördüncü Mektup’ta bu soruya mukni cevaplar mevcut:
“Zatı Rahman ve Rahime ait, tabiri caiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.”
“Her kemal ve Cemal sahibi, fıtraten Cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esma dahi, daimi ve sermedi oldukları için, daimi bir surette Zat-ı Akdes hesabına tezahür isterler.
Yani nakışlarını görmek isterler.
Yani, kendi nakışlarının ayinelerinde cilve-i cemallerini ve inikas-ı kemallerini görmek ve göstermek isterler.
Yani, kainat kitab-ı kebirini ve mevcudatın muhtelif mektubatını anen feanen tazelendirmek, yani yeniden yeniye manidar yazmak, yani birsek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve her bir mektubu Zat-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdesin nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber, bütün zişuurun nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.”