Adam karşısındakine yumruğunu kaldırırken artık gücünün bittiğinden emindi, ancak hedefe yaklaştığını hissettikçe sanki gücü hiç bitmeyecek gibi hissediyordu. Kavgası ömrünü ondan almıştı. Bitmeyen yıllar boyunca stratejik ve fizikî savaşların içinde yorgun düşmüştü. Farklı bir hayatı olabilirdi. Şimdiki dövüşü teke tek ve yalın bir beden gücü kavgasıydı. Yılların birikimi bir tükeniş miydi gücünün sonuna geldiğini hissettiren, yoksa o âna münhasır bir tükenme hâli miydi yaşadığı? Bunlar nefes nefese kaldığı ânlardan bir tanesinin daha da küçük parçacıklarının birinde düşüncesinin en derininden geçip giden bir gölgeydi. Yönetmen “kestik” diye bağırdı.
Harbin meydanında iki savaşçı birbirlerine baktılar. Sahne miydi onları yoran, yoksa film çekimlerinin başından bu yana sarfettikleri fikrî ve fizikî gayret mi tüketiciydi? Set ekibinden birçok kişi etraflarını sardı. Devamlılık, kostüm, aktörlerin isteklerinin ve ihtiyaçlarının yerine getirilmesi gibi konularda hemen vaziyet ettiler. Bu sahnenin akıbetini, sonrasını set ekibinden kimse bilmiyordu. Çekim metodunu öyle seçmeleri nedeniyle yönetmen ve senarist dışında oyuncular da, sahnesi çekilecek bölümler yaklaştıkça metinleri önlerinde buluyorlar, hikâyenin ana hatlarını bilseler de, belli bir noktaya kadar set ekibinden çok farklı bir durumda değillerdi. Set ekibinden en önemli farkları, sahnenin çekilmesi aşamasından hemen önce fikri ve metni öğrenmeleri ve hemen akabinde kısa planlar hâlindeki sahneleri yaşamaları idi.
Kavga sahnesinin aktörleri yorgunlardı. “Kestik” sesi ikisine de iyi geldi.
Sahnenin içinde olan kahraman için yaşanan tecrübe, marûz kalınan meydan okuma, yetiştirilmeye çalışılan nefes her şeydir ve tek şeydir. Ağırlığı hissedilen yük her ne ise, taşıyan için konuşulmaya değer başka şey yoktur. Ama başkası için dinlenmeye değer başka şeyler vardır ve hatta ağırlığın altında ezilenin hikâyesi, o başkası için sadece bir anektoddur. Nezaket seviyesine göre dinleyicisi olabilir ama gerçekten ve içten olan, kişinin kendi yükü ile olan bağıdır.
Birbirini çok çok seven aile fertleri, eş, evlât, dost kimseler arasında özel bir fedakârlık ruhu var olsa dahi, kişi kendi yüküyle başbaşa. O yükün içinde çok sevdiğimiz kişilerin mutluluğu, gülümsemesi, ah dememesi, hep sağ ve sağlıkta olması isteği ve gayreti yatsa da, yine bunları istememiz adına yapmak istediklerimiz ve taşımaya razı olduğumuz yüklerimiz, onların bizde uyandırdığı gözyaşı ve hüzün bize ait ve münhasır yüklerdir. Başkası onunla gözyaşı dökmez, hüzünlenmez. Herbir kimse, başkası açısından paylaşılamaz, yansıtılamaz, anlaşılamaz hisler manzûmesi ile başbaşadır. Başkaları, en değerlimiz dahi olsa, hikâye açısından başkasıdır, diğeridir, set ekibidir, diğer aktör ya da aktristir. Başkası kukladır. Ama o kukla, aynı şekilde sizin kukla hükmünde olduğunuz bir hikâyenin başaktör ya da aktrisidir. Yani hem özeller özeli, tek ve nadideyiz herbirimiz, hem de gölgenin gölgesi, geçip giden, görünüp bir sahneyi tamamlayan, sonra yok olan, hiç özel olmayanız.
Yanyana geldiğimizle, yanyana geldiklerimizle büyük bir hikâyenin izlenmeye, okunmaya, unutulmaksızın bin, milyon, milyar, belki trilyonlarca yıl boyunca anlatıla anlatıla aktarılmaya değer hâle gelmesine, unutulmamasına, dinleyende efsun etkisi uyanmasına hizmet edebiliyoruz.
Bir film bazen bizi öyle vuruyor ki, etkisi üzerimizden uzun süre gitmiyor. Ah o ânlar, o sahne, bir saatten fazla seni gezdirdiği ve götürdüğü anlam ve zirve noktası. Oyuncunun oynadığını değil, o kişi oluverdiğini görmek. Rol yapan bir profesyoneli değil de, ekranda sadece verilen duyguyu görmek. Son geldiğinde “cast” adıyla öyle bir liste başlıyor ki, listenin akışının bitmesi bazen yirmi dakikayı geçiyor. Hikâyeden belki hiç haberi olmadan o “film” denen hikâye bütününe hizmet eden binlerce, bazen onbini aşkın insanın adı ve soyadı. Sayısız saatini üzerindeki göreve vermiş sayısız insan. Yukarı doğru, başrole doğru hikâyeden haberdar olma seviyesi artıyor. En şuurlu hâliye hikâyeyi tadan ve tecrübe eden başrol. Ama çok kalabalığız.
Tüm bu büyük birlikteliğe rağmen, ortaya çıkan büyük hikâye çok ilgi çekici olmasına rağmen, beyne ve kalbe çok lezzetler sunmasına rağmen, kendi hikâyemizden ve kendimizden daha önemlinin olmadığı bir hikâye yaşıyoruz. “Başkasını boşver” anlamında bir önemlilik değil. Kötülüğe, umursamazlığa yol açacak türden bir bencillik değil gelmeye çalıştığım nokta. Tüm iyilik ve hemdertlik düşkünü ruhlar açısından, bu hasletlerin o kişiyi marûz bıraktığı yükler, kişiyi yalnız ve tek olarak eziyor.
Aile bağları, yoğun sevgi, şefkât, ileri seviyede diğergâmlık, dostluk ve kardeşlik hukukunun derûni yaşanması on kişinin ruh ve yük olarak birleşmesine ve bir kişi hâline gelmesine, yalnızlık hissisinin son bulmasına yol açmıyor. Açıyor mu?
Aslında kendi keyfiyetinde açıyor. Kişinin kendi büyüklüğü mertebesinde buna yol açabiliyor. Büyüdükçe şefkât, sevgi artıyor, kuşatıcı bir ilgi ve umur peydah oluyor. Sonra başlıyorsunuz yine gözyaşı ve hüzün. Yine bir yalnızlık ve yine yalnız başına buluyorsunuz kendinizi. Hikâyenin bütününde yer alan çok ilgi çekici tüm unsurlara, gizemlere yöneldiğinizde yine tek ve bir kişi olarak gelinip gidileceğine, tüm tecrübelerin ve akıbetin tek başına yaşanacağı sonucuna yeniden varıyorsunuz. Yani hem yalnızsınız, hem değilsiniz, zira sekiz milyar insan, şimdiye kadar gelip geçeni ile belki trilyonlarca insan, insandışı başka varlıklar, zihinler, ruhlar ve akla gelen-gelmeyen sayısız kendi dilinde “ben” diyenler. Bu kalabalığı inkâr edemeyiz. Aynı filmin içinde, gizemi isteyerek ya da istemeyerek, açıkça veya iç dünyamızda çözmeye çalıştığımızı inkâr edemeyiz. Gizem çözülse ve hep birlikte bunu başarsak, hep birlikte buna şahit olsak, yine ve yine aslında zaten ve zira gizem ile başbaşayız.
Büyük Gizem olgusu karşısında, iyilik-kötülük çarpışması mahfuz, bir şekilde filmin içinde eleleyiz. Ama Büyük Gizem ile başbaşayız. “Cast” çok uzun ve herhangi birini “gerekli değil” zannedip dışarı çıkarsak filmin anlam ve ahengi bozuluyor. Bir çiğlik geliyor. Hiçbir şey olmasa, çok tutarlı ve dengeli hikâyeye uymayan bir sahne çıkyor, bir boşluk, izleyicinin unutmak isteyeceği, yokmuş gibi davranmak isteyeceği bir gariplik beliriyor.
Teorinin kabûl ettiği ölçülerde 14 milyar yıllık bir gizem hikâyesi. Öncesine ait hangi zamansal kavramı kullanabileceğimizi bilmediğimiz evvel zaman. Kıyamet gibi hadiseler. Çok sakin bir ândayız. Her şeyin dingin ve sakin gözüktüğü bir zamanda ve yerde duruyoruz. Hiç öyle fırtınalar kopuyor gibi bir hava yok, çok hadiseler oluyor gibi dursa da, perdenin önü sessiz.
En sessiz günde de, en gümbürtülü ve nefeslerin ciğerlere yetişmediği bir tufanda dahi, büyük kalabalıklar hâlinde kötü ve kötülük hücüma da geçse, hiçbir şahs-ı manevîsi kalmamış, bayraktutanı olmayan, ne zaman bayrağı kaldıracak birilerinin geleceği meçhûl iyi insanların, iyilik olgusunun, gerçeğe ve Büyük Gizeme aşırı merakla ilgi duyan kişilerin kalabalık hâle geldiği günler de gelse, her ne olursa olsun, bu yaşanan zırvalıkların ve saçmasapanlığın meftunu olunan günler geçse ve gerçek, cazip ve merak edilir olsa da, o gerçek meftunlarının kalabalığı içinde de bulsanız kendinizi, tüyleri diken diken eden o filmin parçası olduğunuzu hissetseniz dahi, Gerçek ile başbaşasınız, onu kendi başınıza tanıyabilecek ve onunla tek başına konuşabileceksiniz ve yalnız olacaksınız ya da yalnız olmayacaksınız.
Hem kalpte kendi ruhsal yerimizi bulmaya davet eden; hem de ruhlarımızın en yumuşak ve sert yerlerine dokunan bir yazı. İnsanın düştüğü yeryüzü macerasında Büyük Hikayenin aslında kendi hikayesi olduğunu ve Büyük Gizem in de insanın kendi sırrı olduğunu hatırlatması açısından da çok manidar..
“.. Eğer bütün mevcudat, seni bırakıp fena yolunda yokluğa giderse, eğer zihayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl i gaflet ve dalalet seni dinlemeyi zulümatı düşerse, merak etme..”