Bir gayrimenkûlün sadece bekleyerek, durduğu yerde değer kazanması, bulunduğu yerin/makamının şartlarına dayalı olarak mümkündür ve biz buna rant deriz. O yere sahip olmanın ötesinde, muhafaza etmek adına asgarî ölçülerde gayret ve masraf edilse dahi, bazı gayrimenkûller her zaman ranta/değer kazanmaya açıktır ve yatırım olarak görülür. Rant, iyi, sağlıklı bir ağacın meyvesi gibidir. Yersiniz, yersiniz ve devamı gelir. Ağaç da hâlâ sizindir. Ancak ağaca sahip olmak kolay olmaz. Yol, yöntem bilmek, meslek edinmek/mesleklerden istifade etmek, onları istihdâm etmek, altyapı kurmak ve emek harcamakla ağaca sahip olabilirsiniz. Bunların dışında piyango vurması ya da miras kalması da mümkündür. Yani vehbî, doğrudan verilmekle de ağaç sizin olabilir. Bu durumları kişilere ve devletlere uyarlayabiliriz.
Kişiler, rant kavgası yapar ve ağacı ele geçirmek için çeşitli yöntemlerle öne geçmeye, ayak kaydırmaya çalışır. Devletler kavga ettiğinde ise, daha büyük çapta olaylar olur. Ancak kavga hep olur.
Hazret-i Adem’in yaratılması ve ona secde edilmesi emrine karşılık şeytanın reddiyesi de, bir makamın Adem’e (aleyhisselâm) verilmesi ve şeytanın rıza nazarıyla bakmaması sebebiyle, bunu bir rantın elinden gidişi olarak algılaması nedeniyledir. Onun o tarihte algıladığı rant, Allah’ın en sevdiği ya da daha çok sevdiği olmaktan ileri gelen bir yakınlık makamının ve onun semerelerinin cazibesidir. Bu cazibe onun nezdinde, Allah’ın hoşnutluğunu ve planını anlamanın önüne geçmiştir. Rızanın daha büyük, en büyük makam olduğunu anlayamamaktan ötürü hata yapar. Şeytanın gözü görünüre, o makama kilitlenmiştir ve belki zât-ı ulûhiyete dahi taliptir. Rant gözünü kör eder.
Şeytan, Hazret-i Adem’in ve eşinin peşini cennette de bırakmaz. Oradan indirilmelerine sebep olması yetmez, yeryüzünde de hep peşlerindedir. Bu çok eski tarihten bugüne kadar da Adem oğulları ve kızlarının da peşini bırakmamaktadır. Şöyle söylemiştir:
“Öyle ise dedi, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için her hâlde senin doğru yoluna oturacağım. Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.”
A’râf sûresi 7/16-17
Kendi reddiyesinin haklı olduğunu, insanın verilen makamı haketmediğini, bunu ispat edeceğini, yine kendi tayin ettiği kıstasları ileri sürerek iddia eder. Kendi görüşüne göre, çokların şükretmemesi iddiasını ispata yetecektir. Bu olursa, reddetmesinin haklılığı ortaya çıkacaktır ve o zaman makam geri alınmalı, (benim yorumuma göre) kendisine verilmelidir diye düşünür. Kıyâmete kadar mühlet verilenlerden olmuştur. Ayet-i kerimelerde Allah’ın, çoğun şükredenlerden olmamasını makbûl bir gerekçe olarak kabûl etmesi gibi bir durum yoktur. Bu itirazlar, çıkışmalar ve ileri gitmeler şeytanı sadece düşürür. Mühlet, sırrı kendinden menkûl bir takdir ile şeytana verilir. Böylece yanılgısını daha da içselleştirir. Artık geri dönüş yoktur. Rıza meselesi, onun fihristinden çıkar ya da şekil değiştirir. Şeytan, kurtuluşun, yediği haltın haklılığını ispat ile mümkün olacağı inancına saplanmıştır.
Kaderin işaretlerini kabûl etmediği için, kendi içsesinden gelen sinyaller yolunu belirler olmuştur. Birincisi, insana verilen makam geri alınmalıdır. İkincisi, makamın beraberinde getirdiği ilim ve bilgilere, insandan önce sahip olunmalıdır. Bir numara için çalışmalara zaten başlamıştı. İki numara, sözde haklılığını ispat sürecinde hep kavgasını verdiği bir uğraştır. Ve bu ikisi de, özünde aynı büyük bilginin ele geçirilmesi ile ilgilidir. Bilginin/ilmin önemli yanlarından birisi gücüdür. Ancak ilim güçten ibaret bir şey değildir. İçinde güç barındırır, özü ise Büyük Gizem’le tanışmakla, Ebed ile yakın olmakla ilgilidir. Şeytan için bilgi/ilim sadece güçtür.
İnsan, bilgisini emeğe, emeğini işe, işi de semereye dönüştürür ve ihtiyaçlarını karşılayacak kazancı edinir. Sonra daha çok bilgiyi alır, işler ve daha çok emek ve iş üretir. Daha çok kazancı olur. Bunu büyüttükçe sahip olduklarını arttırır. Büyük sistemleri yöneten devletlerin yanında çok zengin, varlıklı kimseler da var. Bu çok zenginlerin ve devletlerin yatırımlarının en önemlileri bilgi üzerinedir.
Devletler büyük projeleri yürürlüğe sokarlar, dev şirketler dudak uçuklatan planlar kurarlar ve aldıkları neticeleri kendilerine saklar, propaganda, reklam ya da stratejiye hizmet edecek olanları ise paylaşırlar. Yani paylaşmak, yine bilginin arttırılmasına yönelik planın bir parçasıdır. Bunlar olurken, bilgi savaşları, istihbarat savaşları ile istenmeyen sızıntılar da olur. Bunun önlenmesi için karşı istihbarat olarak, bilginin manipüle edilmesi, karartılması, itibarsızlaştırılması veyahut bilgi tekelinin ele alınması için doğru olan başka seçilmiş bilgilerin servis edilmesi gibi çeşitli yöntemler uygulanır. Siyasî, ekonomik çekişmeler, ticarî rekabet, teknolojik yarış ve sıcak savaş alanlarında arzulanan galibiyetler, bilginin elde edilmesi ve işlenmesindeki başarıda saklıdır. Rant bilgidedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimini takiben, galipler ve mağluplar yeni dünya düzeninde yerlerini almışlardır. Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Rusya’nın karşılıklı düello alanına dönen dünya, soğuk savaş şartlarına girer. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra daha büyük bir yıkım getiren yeni savaş, dünya milletlerini bitap düşürmüştür. Dünyanın yeni iki kutbunun karşılıklı bir çekişme içine girmesi ve bunu sıcak savaşa dönüştürmeden yürütmesi ikisi için de bir fırsat teşkil edecektir. Bu fırsat, raflarda bekletilen projelerin kamuoyu nezdinde makûlleştirilmesi, gerekli hâle getirilmesi, meşrû ve desteklenmesi gereken bir statü kazanmasıdır. Allah göstermesin, savaş şartlarını veya savaşın etkilerinden kaynaklı mahrûmiyetleri hiç yaşamadım. Elli milyondan fazla sivilin, yirmi milyondan fazla askerin hayatını kaybettiği, yılların birikimiyle inşa edilen, yaşam dolu şehirlerin yerle bir olduğu, atom bombalarının siviller üzerine atıldığı ve başkacaların da patlatılması korkusunun hakim bulunduğu, kıtlık ve açlığın azın değil çoğun problemi olduğu, paranın pula döndüğü bir dönemden çıkıp, teknoloji ve uzay yatırımlarını kamuoyuna anlatmanız ve kabûl ettirmeniz mümkün olmazdı düşüncesindeyim. O sebeplelerle, soğuk savaşın kendi görünür realitelerinin ötesinde, sosyal dokunun ve sıradan insanların dünyasının bir üst katmanında sahnelenen bir oyun olduğu fikrine sıcak bakıyorum.
Sovyetler 1957 yılında, Sputnik 1 uydusunu uzaya göndermiş ve dünya yörüngesine yerleştirerek ilk büyük uzay projesini hayata geçirmiştir. ABD için büyük endişeye yol açan bu atılım, Uzay Yarışı olarak tarihe geçen süreci başlatmıştır. İlk insansız uydu, ilk canlı taşıyan uydu, ilk insanlı uydu, Ay yörüngesine giren ilk uydu, Güneş yörüngesine giren ilk uydu, Ay yörüngesine giren ilk insanlı uydu, Ay’a ilk insanlı iniş ve Dünya’ya başarılı dönüş gibi tarihî atılımlar bu yarışın meyveleri olur.
Apollo Görevleri ile Ay yörüngesinde tur atılması ve Ay’a ayak basılması operasyonlarının toplam maliyeti o tarihte yaklaşık 30 milyar dolardır. Enflasyon hesabı ile bugün söz konusu maliyet yaklaşık 300 milyar dolara tekabül edecektir. 1969 yılında ABD’nin gayri safî millî hasılası 1 trilyon dolar civarındadır. ABD’nin bugünkü GSMH miktarı yaklaşık 18 trilyon dolar civarındadır. Oranlama yapıldığı takdirde Apollo Görevleri bugün yaklaşık 540 milyar dolar maliyete denk gelecektir. Farklı ekonomik oranlama ve hesaplama teknikleri uygulanabilir ancak maliyetin dev boyutu değişmeyecektir.
OECD’nin 2010 yılında yayınladığı bültene göre NASA’nın 2009 için ayrılan bütçesi yaklaşık 43 milyar dolardır. Dünyanın tüm devletlerinin uzay ajanslarının toplam bütçesi ise aynı yıl için yaklaşık 30 milyar dolar civarındadır.
Bugünün şartlarında, tekrar kullanılabilen uzay mekiği inşa etmek, Ay’a veya Mars gibi uzak bir gezegene yürüyen, keşif ve inceleme yapabilen ve veri gönderen gelişmiş bir araç göndermek çok daha düşük maliyetlerle gerçekleşebiliyor. Örnek olarak Mars’a inen Spirit aracının proje maliyeti yaklaşık 400 milyon dolar, şu ânda faal bulunan Curiosity’nin ise 2.5 milyar dolar civarındadır. Tam aynı kategoride projeleri yanyana koymak güç ancak Apollo Görevleri ile gidilen Ay, Dünya’dan 384.400 km uzaklıkta iken, Mars’ın uzaklığı değişken olmakla, ortalama olarak 225 milyon km’dir. Atmosferi olmayan Ay’a iniş ile atmosferi olan, bölgesine ve yüksekliğine göre -90 santigrat derece ile 100 santigrat derece arasında değişen iklimlere sahip olan Mars’a iniş ve başarılı görev icra etme arasında büyük zahmet ve maliyet farkı vardır. 1957’den bugüne gelindiğinde ortaya çıkan maliyet düşüklüğü, o günden bu yana üretilen know-how’ın sayesindedir. Ancak başlangıç için ortaya konan gayret ve paranın aşırı seviyede olduğunu görüyoruz.
İki dünya savaşında fiilen komutanlık yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nda orgeneralliğe kadar yükselmiş, Avrupa’da ABD kuvvetlerinin komutanlığı görevini üstlenen Dwight Eisenhower, 1953 yılında ABD başkanı olur. 29 Temmuz 1958’de ise NASA’yı kurdurur. 1915’ten beri faaliyette olan, uçak teknolojileri üzerine çalışan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası roket teknolojileri geliştiren NACA, yeni kurulan NASA’nın kurumsal selefidir. Savaşın bitimiyle başlayan bu süreçlerin içinde, ABD’ye iltica eden Nazi bilim insanlarının, NACA’nın NASA’ya dönüşümünde önemli katkıları olur. Bu konuya daha yakından gireceğim.
Batı İttifakı ile Doğu Bloku’nun sıcak çatışmaya yaklaştıkları birçok hadise, nükleer silahların öne sürülmesi, büyük facialara netice verebilecek krizler tazeliğini korurken, tansiyonun hiç de düşük olmadığı bir dönemde ABD başkanı J.F. Kennedy 1963 yılında, Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada, Sovyetler’le ABD’nin birlikte bir Ay misyonu oluşturabileceğini ifade eden şaşırtıcı bir açıklama yapar. Bu işin uluslararası bir rekabete dayanması zorunlu değildir diyen Kennedy, belki Küba merkezli Ekim krizinin ardından, güven sorunu nedeniyle zaten kabûl edilmeyeceğini bildiği açık bir teklif ile ortamı sakinleştirmeyi hedeflemiştir. Ancak ortak uzay projesi girişimleri 1962 yılından itibaren hep denenmiş, yüksek dozda siyasî gerilim o dönemlerde buna müsaade etmemiştir. 1975 yılına gelindiğinde ise, Apollo-Soyuz Misyonu ile ilk ortak yörünge operasyonu gerçekleşir.
Dikkat edilmesi gereken konu, soğuk savaş şartlarının ağırlığı altında, nükleer tehditlerin karşılıklı ve neredeyse gerçeğe dönüşecek seviyede savrulduğu, Küba ve Türkiye merkezli krizin patlak verdiği dönemlerde, uzay, havacılık ve askeriye alanında çok sayıda sırrın paylaşılması anlamına gelen ortaklıklar müzakere ediliyordu. Gergin dönemlerde dahi müzakere edilen ve nihayetinde kurulan uzay ortaklığı, bugün farklı boyutlarda uluslararası düzeyde birçok projede devam ediyor.
Devletler ve özellikle büyük devletler, kendi ajandalarındaki hedeflerine ulaşma stratejilerini sürekli olarak yeni durum ve şartlara göre güncellerler ve kamuoyunu kendi ajandalarına uygun kıvama getirmek isterler. Ajanda-kamuoyu ilişkisi, birbirini sürekli sinyallerle yönlendirir ancak devlet aygıtı, ajandasındaki hedef belirlediği rantı, kamuoyunun temayüllerine feda etmeyi tercih etmez. Burada kullandığım rant tanımı, salt ekonomik menfaatleri içermiyor. Ekonomi, iktidar savaşının önemli katmanlarından birisidir. Ancak paranın da akıbetini bilginin yöneticileri belirliyor. Uzay gündemi ve onun bugüne kıyasla dahi astronomik bulunan maliyetleri, ABD’nin ve Rusya’nın kamuoyunda kabûl gördü ve desteklendi. İnsanlık için bu kadar yeni olunan uzay alanında, çok değerli bir bilgi/rant bulunuyordu ve bunun peşinde olarak rasyonel ölçülerden uzaklaşıldı. İnsan, hakiki kabûl ettiği şey için görünürdeki rasyonellikten vazgeçer. Çünkü insan için esas rasyonellik, “gerçek” olan onun için her ne ise, tüm maliyetlere ona ulaşmak için katlanmaktır.
Bu noktadan itibaren, bazı komplo teorilerine ve akımlara değineceğim. İleri sürülen iddiaları, somut veri ve olaylarla ve başka sübjektif kaynaklarla birlikte değerlendireceğim.