Gezegenimiz ve diğer tüm gökcisimleri, kütleçekimi altında bulundukları sistemlerin etraflarında dönmeleri ve o sistemlerin büyüğü konumundaki güneşlerin de aynı işlemi icra etmeleri sebebiyle, her ân farklı bir adrese doğru sürüklenir. Uzayın şeklini ve sınırlarını bilmiyoruz ancak üç boyutlu fiziksel bir geometrinin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Edwin Hubble, bu geometrik kalıbın içinde yer alan tüm cisimlerin yaydığı ışımaların elektromanyetik tayflarına ait dalgaboylarının uzadığını, bu tayfın ölçülmesine yarayan diyagramda kırmızı bölgeye kaydığını, cisimlerin ışıklarının azaldığını tespit etmiştir. Bu yolla, cisimlerin daha önce bulunduğu yerden daha uzağa gittiğini anlıyoruz. Bunu neredeyse tüm gözlemlerinde tespit eden Hubble, evrenimizin genişlediği sonucuna varıyor.
Gözlemlenen genişleme, içinde bulunduğumuz yakın sistemlerin iç katmanlarında, Samanyolu’nun kendi öğeleri arasında değil de, daha uzak, bizim kütleçekiminde olduğumuz adalardan daha ötede gerçekleşiyor. Dünya’dan Güneş’e, Güneş’ten onun çekiminde olduğu sisteme, oradan Samanyolu’nun merkezine bağlı olarak tüm gökadanın yaptığı büyük turu gözümüzün önüne getirelim. Sonra Samanyolu’nun da, kendi dev boyutuna göre çekimi altında olduğu daha büyük müstâkbel sisteme gidelim. Bunu hayalimize sığdırabildiğimiz kadar büyüterek sürdürelim. Bu sistematiğin içersinde ilâveten, ana gövdelerden diyebileceğimiz büyük düzeneklerin, örnek olarak Samanyolu’ndan bin defa sonra gelen büyük bir sistemin bizden uzaklaştığını, evrenin genişlemesi uyarınca mesafelerin arttığı hususunu dahil edelim. Kozmik ölçüler çok büyük olduğu için ve bu harekete ve deverana, sistemin tümü bir bütün halinde marûz kaldığı için, göğümüzde yaşanan değişikliklerin bir nesil ya da on nesil tarafından radikal bir şekilde hissedilmesi mümkün olmuyor. Tüm bu mekanik önünde, gezegenimiz her ânda farklı bir adrese geçiyor. Şu ân yeni bir adreste, daha önce hiç olmadığımız bir koordinatta, evrenin yeni bir noktasında bulunuyoruz ve şu ân da… İşte bu gidişler boyunca Güneş ve Ay, Dünya’ya arkadaşlık eder dururlar.
Bir parantez açıp rüzgârlara geçeceğim. Dünyamızın sahip olduğu atmosfer, Güneş’in ısı ve enerjisine marûz kalır. Dünya’nın eliptik şekli ve eliptik yörüngesi, kendi dönüşü ve Güneş etrafında dönüşü, aralarındaki 140 milyon kilometre civarı mesafe ve bu mesafenin dönem dönem küçük değişimler göstermesi ve başka meteorolojik etkenlerle bazı bölgeler, ısısı yüksek olan alçak basınca, bazı bölgeler ise ısısı düşük olan yüksek basınca sahip olur. Bu basınç farkının birbiriyle rastlaşması ile rüzgâr olur. Rüzgâr çok güçlüdür. Milyonlarca tonluk yüküyle bulutları havada tutan odur. Yukarıda saydığım etkenler, gezegenin her köşesinde milyonlarca eşsiz mikro ekosistemler oluşturduğundan, bu rastlaşma herbiri farklı ölçülerde olmak üzere milyonlarca kez devamlı tekrar eder durur. Rüzgâr da hiç durmaz. Denizlerdeki dalgaları da bu rüzgârlar yaparlar. Rüzgâr olmasaydı, denizler kağıt gibi öyle durur kalırlardı. Dalgalar da hiç durmaz.
Şimdi uzaya döneyim. Gökcisimleri, uzayda var oldukları alanı bükerler. Büktükleri yerde, kendi varlıkları ile çekim meydana getirirler. Bir insan egosu/enesi gibi, düz/boş zeminin üzerinde müstakîliyet sahibi bir şey oluşmuştur ve yukarıda tarif ettiğimiz etki silsilesi içinde cisim yerini almıştır. Uzayda atmosfer bulunmadığından, içinde atmosfer olan gezegenlerde olduğu türden rüzgârlar yoktur ancak cisimlerin birbiriyle olan etki-tepki iletişiminde rüzgâr efekti diyebileceğimiz bir sürükleme-sürüklenme mevcuttur. Uzay boşluğu ile ilgili daha önceki yazılarda yer alan, Esir ya da başka nitelikte bir boşluk doldurucunun varlığı önermeme dayalı olarak, bu sürüklenmeler, öncelikle büyük denizi dalgalandıracak ve hatta dalgayı sürekli hâle getirecektir. Cisimler, başta var olmak suretiyle, uzayı bükmekle ilk rüzgâr efektini uzayın kendisine yapar. Harekete ve hiç yerinde durmamaya dayalı olarak da bükülme sürekli ve her yerdedir. Bu nedenlerle dalga da her yerde olmalıdır.
İlâveten, kuasarlarda uzay rüzgârları keşfedilmştir. Türk bilim insanı astrofizikçi Nurten Filiz Ak’ın da aralarında bulunduğu araştırma ekibi Amerika’da, Sloan Digital Sky Survey teleskobu ve Hawaii ve Şili’de bulunan Gemini ikiz teleskoplarından alınan morötesi ışınımları incelemiş ve süper kütleli karadeliklerin etrafındaki rüzgârlar hakkında tespitlerde bulunmuşlardır. Kuasarlar, evrenin en eski ve ömürlerini tamamlamış galaksileri olup, patlayarak aşırı parlak hale gelmiş kümeler, bir nev’i kabirlerdir. Patlama neticesinde içlerinde süper kütleli karadelikler barındırılar. Bu karadelikler, etraflarındaki maddeleri yutarken güçlü rüzgârlar oluşuyor ve bu rüzgârlar eliyle, yutulan maddenin bir kısmını etrafa saçıyorlar. Söz konusu araştırmada bu rüzgârlar inceleniyor. İncelenen kuasarda oluşan rüzgarın hızı saatte yaklaşık 140 milyon kilometre olarak tespit edilmiş.
Güneş’in, Dünya için ve hayat için ne kadar çok şey ifade ettiğini, astronomik bilgilere ihtiyaç duymadan herkes doğrulayabilir. Ay’a gelince, o galaksimizde yer alan uydular arasında yoğunluk bakımından ikinci sıradadır. En büyük yarıçaplı uydular arasındadır. Ay olmasaydı, Dünya yaklaşık 23 derecelik eksen eğikliğini muhafaza edemeyecekti. Ay olmasaydı, Dünya’nın kendi ekseni etrafında yaptığı dönüş daha hızlı olacaktı. Bu etkileriyle Ay bizimle olmasaydı, mevsimler olmayacaktı, sürekli fırtınalar, şiddetli rüzgârlar olacaktı, içinde bulunduğumuz zengin çeşitlilik bir yana hayat da belki olmayacaktı. Ay sıradan bir arkadaş değil. Güneş ve Ay, Dünya’nın sakin ve mutedil seyrinin vesileleridir.
Rüzgârlara neden gittim?
Tolkien’in küçük not defterinde I Vene Kemen için, kendi el yazısı ile Dünya’nın Gemisi’nin Haritası ibaresi yer almaktadır. Yazar bu gemiye bir direk yerleştirmiş, direğe asılı yelkene ise Güneş ve Ay’ı koymuştur. Şişmiş yelken bu iki gökcismini ve Luvier’i yani Bulutları içerir. Yelkenin arkasında ise üç rüzgâr, Vilna, Ilwe ve Vaitya vardır. Önceki yazıda belirtmiştim. Vaitya kelimesinde yer alan Vai, zarf anlamında kaplamak/kuşatmak demektir. Vaitya, Dünya’yı kuşatan en son katmandaki rüzgârdır. Vai ise, onu da kuşatan son büyük okyanustur. Dünya bir okyanusun içindedir ve onu o okyanusun içinde sürükleyen şey bir rüzgârdır ve o rüzgâr, içinde Güneş ve Ay’ın olduğu bir yelkeni şişirmekte, Dünya Gemisi’nin evrendeki seyahatini devam ettirmektedir. Dalgalar hiç durmaz.
Çizimde yer alan diğer unsurlarla devam edeceğim.