Savaşlarda, cephelerde stratejiler, taktikler zafere matuftur. Ordu güçlerinde kullanılan sayısız çeşit ve tipte makinenin karşısına düşman ordusu kendi makinelerini öne sürer. Makinelerin çarpışmasından her ordunun umduğu sonuç, karşı tarafın makinelerinin yok edilmesi ve nihayetinde piyadelerinin hedefe ulaşmasıdır. Nihaî hedef, piyadenin şehre giriş yapmasıdır. Fetih denilen kavram, esas itibariyle giriştir. Fatiha (giriş) ile aynı kökten gelen fetih, bir yere girmeyi ifade eder. Askerin düşman topraklarına girmesi çok şey ifade ettiği için, fetih aslında kelimenin anlamına sadık kalınarak kavramsallaşmıştır. Halbuki girmekten ibaret bir kelime.
Piyadenin girmesi, zaferden haber veren bir olgu. İnsanın belirlenen adrese varması, bir çeşit zafer anlamı taşıyor. Dünyanın en tehlikeli askerî operasyonlarından olan Apollo Görevleri de esas itibariyle sahip olduğu tek özelliği ile tarihe damga vurmuştur. O da, Ay’a insanın giriş yapmasıdır. Kullanılan tüm makineler ve sayısız mühendislik hesapları, oraya kendi askerlerinin sağ ve salim varmasına matuftur.
NASA tarafından bugüne kadar Mars’a birden fazla insansız araç indirilmiş bulunuyor. İnsanlı görevlerden önce Ay’a da insansız araçlar gönderilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin ve Japonya bugün itibariyle Ay’da yürüyen araçlara sahipler. Hindistan, yakın tarihte başarısız bir denemede bulundu. Onların da bu listeye dahil olacaklarını zannederim. İnsansız operasyon ile insanlı operasyon arasında çok fark var. Maliyet ve risk dehşet boyutlarda farklı. Ancak yine aynı konuya dönerek ifade ediyorum ki, bütün araçlar, makineler ve insansız operasyonlar, insanlı operasyonların yapılabilmesinin yolunu inşa etmek içindir. İnsansız yolculuklar ve gönderilen makinelerin yaptıkları araştırmalar olağanüstü seviyede bilgi sağlıyor kuşkusuz. Ancak nihaî ve en son hedef her daim, insanlığın oralara gidebilmesi ve girebilmesinden ibarettir. Makineler piyadenin, yürüyenlerin hedef bölgede rahatça yürüyebilmesi içindir.
Uzay görevlerinde insanları taşıyan araçların yaşattığı yolculuk, denizaltılardakine benzer. Uzay araçları esas itibariyle, piyadesinin çok uzun süre kafasını dışarı çıkaramayacağı derin bir denize dalar. Oksijen, gıda, yaşam alanı minimalize edilmiştir. Uzay, aracın maruz kaldığı şartlar itibariyle deniz gibidir. Akışın aracı yanlış bir yöne sevketmesini engelleyecek şekilde sürücülük edilir. Her iki araçta da, uzay aracında ve denizaltında kumanda etme fiili, işin özünde, içinde bulunduğu şartlara karşı sürekli bir inatlaşmadan-zıtlaşmadan ibarettir. Belki de uzayın şartları ve daha önce irdelemeye çalıştığım sırlı mahiyeti sebebiyle, uzay araçlarına “gemi” denilir. Ay görevlerinde, yörünge uçuşu yapan ve başta Neil Armstrong olmak üzere Ay’a ayak basan astronotların birçoğu askerlik geçmişi itibariyle kendi ordularının deniz kuvvetlerinden gelmektedir. Henüz gerçekte var olan uzay görevleri, film senaryolarındaki kadar ömürlere sığan cinsten değil. Uzayın derinliklerinde ve hatta burnumuzun dibinde dahi üsler, koloniler kurulamadı. Ancak o film senaryolarında, en geniş haliyle uzay kuvvetleri ve askeriyesi biçimlendirilirken mürettebat, denizcilik terminolojisi ve rütbelendirmesi kullanmaktadır.
Daha önceki yazılarda, uzayın mahiyetinin denizle ilişikli olduğunu, bunun fiziksel ve spiritüel düzlemlerde kendimce karşılıklarının olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu sebeple, insanın en temel ve kadim konuşma biçimi ve lisanı olduğunu düşündüğüm askerlik müessesesinde uzaya deniz muamelesi yapıldığını görmek benim için anlamlıdır.
Interstellar filminden bir alıntı:
Cooper ve Romily, iki astronot, uzayın derinliklerinde Satürn ile halkaları arasından geçmekte, uzun yolculuklarına devam etmektedirler. Cooper, Romily’nin durgun halini görür:
- “İyi misin Rom?”
- “Sinirimi bozuyor Cooper, (geminin duvarına yumruğunu vurarak) sadece birkaç milimetre kalınlığında alüminyum ardında hiçbir şey yok. (Elleriyle aşağıları işaret ederek) Arkasındaki milyonlarca kilometre, bizi saniyeler içinde öldürür.”
- “Dünyanın en iyi bazı solo yatçılarının yüzme bilmediğini biliyor muydun? Bilmiyorlardı, denize düşseler işleri biterdi. Bizler kâşifiz Rom. Bu da bizim teknemiz.”
İki atomun arasında kalacak kadar küçük olsaydık, bir protonun üzerinde oturup elektronun etrafımızda dönüşünü seyredebilecek kadar küçük olsaydık, bir sandalyenin tepesinde, masanın önünde, evin içinde, şehrin bir semtinde, bir ülkede, bir gezegende olduğumuzu farkedemezdik şüphesiz. O kadar uzakları göremezdik. Mevcut durumumuzla bize ve düşüncemize yakın olan yerlere, o kadar küçük olsaydık gözümüz yetişmezdi. O küçük, mikro halimizle, belki bazı elementleri bilir, diğer bazı elementlerden ve maddelerden haberimiz olurdu. “İşte şu koca kaînatta neler var” der, normal biz’in bir küçük eşyasını kastederek, âlem dediğin budur derdik. Biz de aynı bu ölçekleme içinde, evrene öyle bakmaktayız. Belki de evren, bizim için kocaman, sonsuz gibi, sonsuzca dolu evren, başka “sonsuz gibi’lerin” içinde yer alan küçük bir şeydir. Ufkun ve tahayyül denilen hayal gücünün sınırlarını zorlamamız gerekiyor.
Herbirimize, herbir insanın eline eşsiz (uniq) nitelikte olan, başkasıyla asla aynı bulunmayan kimlikler verilmiş bulunuyor. Herbir kimse için birbirinden farklı hüviyette olan insan olma vasfı ve özelliği ile birlikte bindirildiğimiz, herbirimiz için müstakîl olarak hazırlanmış tekneler bulunuyor. Bu tekneler, yorumlama biçimine göre, her insana ayrı ayrı isabet eden kalplerdir denebilir, akıllardır denebilir, enelerdir, ruhlardır denebilir. Veya bunların toplamıyla ortaya çıkan insanlık kimliği, kısaca insanlık denebilir. Sahnede hangi makine olursa olsun, ne şatafatlar, ihtişamlar ve yüksek teknolojili roketler olursa olsun, götürücü ve vardırıcı olan binek-gemi nihaî anlamda, insan adı altında birleşen tüm bu donanımlardır. Gemi denilen aracı ilhâm olarak alan ve yapan da bu donanımlardır.
J.R.R. Tolkien’in Orta Dünyası ve ona ait tüm unsurlar da bir gemide toplanmıştır. Yazarın oğlu Christopher Tolkien’in büyük emek vererek editörlükte bulunmasıyla, babasının vefatından çok sonra okuyucuyla buluşabilen ansiklopedik eser Orta Dünya Tarihi’nin birinci kitabı, Kayıp Öyküler Kitabı 1’de, Valar’ın Gelişi bölümü içersinde işte bu çizime rastlarız.
Bu gemi, J.R.R. Tolkien’in kendi eliyle ve kurşun kalemle küçük bir kağıt parçasına çizmiş olduğu bir çizimdir. Oğul Tolkien bu çizim için, çok erken bir dönemde yapılmış ve çok dikkat çekici nitelemesinde bulunur. Dünyanın bununla, devasa bir Viking gemisi olarak tasvir edildiğini, gemi direğinin Büyük Topraklar’ı (Great Lands), tek yelkenin üzerine Güneş ve Ay’ın kondurulduğunu, yelken halatlarının Taniquetil’e ve en doğudaki Büyük Dağ’a ve kavisli pruvaya bağlandığını, Kayıp Öyküler kozmolojisi ile yakından bağlantılı, onunla birleşik olduğunu ifade eder.
Geminin ortasında, ayrı bir su katmanının içinde yer alan, kubbeli/çatılı ve kapısı olan bir yapıyı andıran bir şekil görülüyor. Christopher Tolkien bu yapının, Valar’dan Osse’ye ait olabileceği yorumunda bulunur. Buna dayanak olarak da, yine Kayıp Öyküler’de yer alan Valinor’un Saklanışı bölümünden bir pasaja işaret eder.
“Güneşsiz günlerin karanlığında parıldayan üç büyük balık daima Ulmo’nun yanında gezinirdi ve Osse’nin Büyük Deniz’in dibindeki evinin çatısı fosfor gibi ışıldayan pullarla parıldardı.”
Büyük Deniz’i ve içinde yer aldığı Yeryüzü’nü de bir bütün halinde kucaklayan ve kapsayan Tek Okyanus ise Vai’dir. Vai hakkında Ulmo, Valar’ın diğer mensuplarına şu bilgileri verir:
“… o kadim kişi (Ulmo) Yeryüzü’nün gizli doğasının ne olduğunu Valar’a açıkladı ve dedi ki:
Bakın tek bir Okyanus vardır ve o da Vai’dir. Çünkü Osse, okyanus zannetse de onlar denizdir, kayanın oyuklarında uzanan sulardır. Bu engin suların içinde Iluvatar’ın sözüyle kaldırılan koca Yeryüzü yüzmektedir.”
Geminin sağ üst bölümünde Vaitya, Ilwe ve Vilna yer alır. Bunlar Üç Rüzgâr denilen rüzgârlardır. Vaitya, Yeryüzü’nün en dışında yer alır. Kayıp Öyküler kitabında Vaitya’dan bahsederken, “karanlıkla sarmalanmıştı, dünyanın etrafında hareketsizce duruyordu ve dünyanın dışındaydı” denmektedir. Vai, Vaitya ile aynı etomolojik kökten gelir. Vai, kaplamak, zarf anlamı taşır. Yeryüzü, önce sarmalayıcı ve kuşatıcı bir hava tabakası Vaitya ile, sonra ve nihayetinde sarmalayıcı ve kuşatıcı bir su tabakası olan Tek Okyanus ile çevrelenmiştir.
“Ey Valar, siz bütün harikaları bilmiyorsunuz ve hatta görkemli Ulmonan sarayımın bulunduğu yerde, Yeryüzü’nün karanlık omurgasının altında nice gizli şeyler var ki, onları asla düşleyemezsiniz.” der Ulmo.
Karanlık omurga tabiri, gemi iskeletinde yer alan bir unsurdur. I Vene Kemen’in anlamına ulaşmak için Glorvent kelimesine başvuruyoruz. Glorvent, birleşik bir kelime. Altın gemi demek. Vent, (vene ile aynı kökten olmakla birlikte) Quenya dilinde biçim, şekil anlamına gelmekle birlikte gemi anlamına da gelir. I Vene Kemen, Yeryüzü Şekli ya da Yeryüzü Gemisi anlamına geliyor. Yorum ilâve edersek, Yeryüzü’nün şekli gemi gibidir demektir.
J.R.R. Tolkien’in çiziminde yer alan diğer unsurları irdeleyeceğim.