Bir kimsenin bir şeyi reddetmesi veya kabûl etmesini katmanlara bölmek istiyorum. Reddettiğim şeyin mahiyetini ne kadar daha çok biliyorsam, bu reddimi daha “gerçek” hale getirir. Aynı zamanda kabûlümün konusuna ne kadar daha çok vakıf isem, onu ne kadar tanıyarak kabûl ediyorsam, o kadar “gerçek” bir kabûl halindeyim demektir.
İslâm mesajını ve içeriğini kalp-akıl birlikteliği ile kabûl edip yaşayan insanlara mümin deniyor. Tersi durumda olan bir kimse için ise kafir, yani örtük/örten gibi bir kelime/sıfat kullanılıyor. Mümin, iman eden anlamında, inanan kişi. Kafirdeki örtüklük/örtücülük vasfı, bu hakikâte karşı kapalı olma veyahut daha da ileri giderek onu örtmeye çalışan gibi anlamlara geliyor.
Teorik olarak, bir kimsenin bir şeyden sorumlu tutulabilmesi için, konudan/mevzudan haberdar olması icap eder. Bu icaba yakın bir örnek, öğrencilikte vardır. Hocalara sıkça şu soru sorulur: “Bunlar sınav konularına dahil mi hocam?”
Aslında derse ve müfredâta tabi olan bir öğrenci, sınavdan ve sorulardan haberdar demektir. Okuyucuyu yöneltmeye çalıştığım tema da budur. Hayat müfredâtından, maruz kaldığımız testlerden, anlamlardan ve anlamlılıktan, özneden haberdar olmamak, gerçek bir müslüman tarafından hâl veya söz diliyle haberdar edilmemek ve özneyi sezecek olsa dahi detayda takılan birisi için sonucu etkileyebilir mi?
Ölüm çok sert bir gerçek. Bunu gündelik hayatın içinde nadir hatırlarız. Ancak asansörün güm diye durup, birkaç kat aşağıya ve durup durmayacağını bilmeden sürüklenmesi sırasında ya da dakikalarca türbülans içinde zangır zangır sallanan bir uçağın koltuğunda otururken, yolun sonuna geldik denilen ânlarda ölümün ne kadar net ve sert olduğunu iliklerimize kadar hissederiz. Sonra asansör durur, uçak hava boşluğundan kurtulur ve sakin bir seyre geçer, o şok hissi bir süre daha bizimledir. Ölümün soğuk yüzü bir süre daha önümüzde durur. Ve sonra gider.
O hissi hatırlatmak istedim sadece.
İnsan açısından, ölüm sonrasında huzur bulabilmek için Allah’ın birliğine, indirdiği Kur’ân’a, elçisi Muhammed aleyhissalâtu vesselam’a inanmak ve kabûl etmek gerektiğine inanıyorum. Ancak, çok sayıda insan bu hakikâtlere inanmıyor. Müslüman kimliği taşıyan kötü, gayrimüslim kimliği taşıyan iyi birçok insan var. Ve hatta, İslâmî endeks adı altında, ülkelerde kabûl görmüş kriter ve uygulamaları karşılaştıran listelerde kuzey Avrupa ülkeleri ve başka birçok gayrimüslim ülke var iken, en alt sıralarda müslüman kimlikli ülkeler bulunuyor. Bu endeksin tek başına ölçü olması şart değil. Sosyal barış, adalet, karşılıklı saygı ve sevginin topluma yansıması/yansımaması üzerinden aynı tespiti bizler de kendi gözlüklerimizle yapabiliriz.
İnsan dünya ve kendi dünyası itibariyle gördükleri, işittikleri, hissettikleri ile tevhid fikrine varabilir. Attığı/atacağı bir adım, onda bir kıvılcıma sebebiyet verebilir. Ancak bu tek başına yeterli olsa idi, insanlar arasından yine bir insan olmak suretiyle en az 124.000 peygamber gönderilmezdi. En az 124.000 insana, vahiy denilen mucizevî sır aktarılmazdı. Ve onları takip eden çok sayıda insana detaylı bir hakikâtler mecmuası sunulmazdı.
Bir kimsenin, mesajı gerçekten aldığına kanaat etmek için, önyargılarından oluşmuş o büyük kalelerin yıkılması, duvarların ortadan kalkması, tertemiz açık bir havada, karşıyı pırıl pırıl görüyor gibi bir görüş mesafesine ve o ortamı yakalamış doğru bir verici muhataba ihtiyaç var. Dünya şu ânda bir önyargı gezegeni gibi. Önyargıyı en genel tanımı ile kullanıyorum. Tüm farklılıklar ve özgünlükler başlı başına birer önyargının sebebi durumundalar. Önyargı ki, ilkini aşıp, sonra onun arkasındakini ve onun arkasındakini ve diğerlerini geride bırakıp; yaratılışın ve yaratışın kendine çeken hayretvericiliğini, kaderin anlamlılığını ve sırrı etrafındaki büyüyü, hikmeti, Allah’ın zâtının tanımı mümkün olmayan ancak tefekkür yoluyla ucundan ve bazen tadılabilen o leziz gizemini, en azından bunları inanarak kabûl etmenin ve üzerinde düşünmenin kalpte ve akılda uyandırdığı tatmini anlatmak, paylaşmak uzun ve zorlu bir yolculuğu gerektiriyor. Hem muhatap kişi açısından, hem de anlatıcı açısından.
Mesajı herkes almıştır demek mümkün mü gerçekten?
Doğrusunu Allah bilir; İslâm mesajını, imanı tâhkik seviyesinde bir kimseyi hiç görmemiş, böyle birinin hâl ve söz diliyle hiç karşılaşmamış, böyle birinin sadece Allah’ı anlatması değil, bir domatesi falan raftan alışına, sokakta yürüyüşüne, arabasında gidişine veya bir tanıdığına, belki bir kediye, bir köpeğe rastladığındaki jest ve mimiklerine şahit olmamış birisinin gerçekten mesajı aldığına kanî olabilir miyiz?
Konudan haberdar olmak için, konuyu iyi bilen birinin anlatması icap eder. Bu icap yerine gelsin diye her yıl dünya çapında milyonlarca mezûn öğrenci arasından onbinlerce kişi sıyrılarak hoca oluyor ve okullarda ve üniversitelerde ders veriyor. Eğitim sistemi, bilginin devir-tesliminin sürmesi üzerine kurulu. Hakikât açısından, Allah’ın bilinmesi açısından böyle ümit verici bir doğurgan sistemden ya da toplumsal refleksten söz etmek mümkün olmasa da, ümit insan için her zaman vardır.
Anlatmaya çalıştığım meselenin merkez noktası; kişi bildiğinden sorumludur. O sebepledir ki, tebliğ dediğimiz, Allah hakikâtinin ve imanın mütemmim cüzlerinin bilmeyenlere aktarılması hususu, bilenlerin/inananların görevi kabûl edilmiştir. Yine o sebepledir ki, bilen için ve bilerek inkâr ve red, diğerinden daha büyük bir suç olmalıdır.
Konudan haberdar olanın artık mazereti olmayacaktır.
(Allah) buyurdu: Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben, dedi, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. A’râf sûresi 7/12
Şeytanın muhatabı olduğu secde emri, takiben işbu suâl ve devamında verdiği cevap, kendisinin konudan haberdar olduğuna işaret ediyor. Konu dediğim şey, Allah bilgisi ve iman.
Basitleştirerek anlatmaya çalıştığım bu konu, insan açısından unutulup hatırlanmaya çalışılan bir husustur ki, insanın ismi de nisyan dediğimiz unutma kökünden geliyor. Bizim hikâyemiz büyük bir unutma hikâyesidir, adımız buna uygun bir unvandır ve aslında bir sıfattır.
Şeytan unutmadı. Bilerek, isteyerek, kastederek ve cüretkâr bir şekilde reddetti. Önce doğrudan muhatap olduğu secde emrini, sonrasında secdenin karşısında yer alan kişinin makamını, sonrasında bu makamın anlamını, anlamı Vereni ve O’nun reddedilemez olması gerektiğini bir bir reddetti. Reddedişinin en önemli özelliği ve ayıranı, göz göre göre reddetmiş olmasıydı.
Biz insanlar için inanma meselesi, görmediğine, duymadığına inanmakla ilgili bir konudur. İnandığı şeylerin gerçekliğine, artık inanma fiilinin bittiği yerde, görmenin ve gözlerin açılacağı ölüm sonrasında şahit olacaktır. Ölmeden şahit olanlar da olabilir.
İnanan bir kimse için ayrıca, ciddiyetini korumak, korunaklı yaşamak, tefekkürünü açık ve temiz tutmak, belli başlı pratiklerde dikkatli olmak konularında istikrâr yine kişinin görmediğine ve duymadığına inanma seviyesiyle ilintilidir. Yani çıplak ve yalın gerçeklikle, Güneş’i, Ay’ı, şuradaki ağacı gördüğümüz gibi karşı karşıya gelemeyeceğimiz bir süreci ömürlerimizin sonuna kadar yaşıyoruz.
(Allah) buyurdu: Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın. A’râf sûresi 7/13
Deniyor ki, Şeytan burada geçen ilk itirazını yaparken, “ben ne diye ona secde edecek mişim canım!!” der gibi sert bir ses tonu ve hâl içindeydi. Tekrar halatı kopmuş asansöre dönüyorum ve ölümü düşünüyorum. Laptop’un başında yazı yazarken değil, dakikaların, saniyelerin, saliselerin binde birinden kısa zaman ölçülerinin zihnimde sayılabilir/hissedilebilir olduğu sert düşüş ânlarını, kaybedişleri hayal ediyorum. İsyanım ancak öyle ânlarda son buluyor ve O’na yöneliyorum. Ve öyle bir ânın içine girip tekrar bakıyorum bu ayetlere, bu sözlere, bu cüret edişlere. Laptop’ın başında yazı yazarken değil, öyle bir ânda düşünmeye çalışıyorum bu düşüşü. Hiç çok sevdiğiniz bir büyüğünüze bağırdınız mı ya da bir edepsizlik ettiniz mi? İstemeden, o esnadaki bir sinirlenmeye, kabûl edemeyişe, adil görmeyişe teslim olup sınırı aştıysanız, tam sonraki saniyede üzerinizde bir yıkım hissettiniz mi? Derhâl özür dileyecek yüzü bulamadığınız bir yıkım. İşte onu alın, sonra alabildiğine büyük hâle getirin ve ölüm hissinin yakınlığı içersinde tekrar zihninizde canlandırmaya çalışın.
(İblis) dedi: Bana (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver. A’râf sûresi 7/14
(Allah) buyurdu: “Haydi sen süre verilmişlerdensin. A’râf sûresi 7/15
Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar (onları saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. A’râf sûresi 7/16
Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın. A’râf sûresi 7/17
(Allah) buyurdu: Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım. A’râf sûresi 7/18
(Allah) buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir. A’râf sûresi 7/24
İndirilme, çıkarılma, kovulma; Kur’ân’da geçtiği şekliyle, “fehbit”, “fahruc”, “medhûr”. İslâm hakikâtlerine, insanlığa, iyiliğe ait evrensel değerlere açıktan düşmanlık edenlerin hiçbirinde, şeytanın düştüğü bu durum yoktur. Onların durumu da vahimdir, ancak bu durum, bu seviyede bilerek ve isteyerek bu iradenin ortaya konması, tükenmek bilmeyen hınç ve kim bilir kaç uzun uzun zaman dilimi önceden kıyamet gününe kadar sürecek devamlılık, nadim olamamak. Belki o sebepledir ki, onun da adı ümidini kesmiş anlamında iblis olmuş, aslında adı değil sıfatı olan “ümitsiz” ile anılmış, adı da unutulmuş gitmiştir.
Ürpertici olsa da düşünmeye sevkediyor. İrade denen sırdır, buz gibi soğuk hissettiren bu kötü neticeyi doğuran ve aynı irade sırrı ki, insanı Allah ile dost edebiliyor.